29 Aralık 2015 Salı

kahverengi bir gün olmuyor her zaman
masada soğumuş bir çay bardağı
rüzgarla cebelleşen sigara külleri
nereden geldiği gayet belirsiz melodiler
ve birkaç unuttuğum şey daha
durun daha bitmedi
düşünmemiz gerek sahili geçmeden
kayıp hisler veya bir kitap arası kurutulan çiçek düşer yolumuza
ya bir güz serinliğinde
ya uçuşan bir bulutta
elma şekerinden yahut renksiz bir yağmurdan
mutluluklar devşiren sokak çocuklarına rast geliriz
camekanlardan kurtulup dokunuruz hiç tanımadığımız birinin düşüncelerine
yapmayın etmeyin her şeyin bir sahibi var bu şehirde
gürültülü sokaklar grilere ait
her bir kalabalığın sesini boyayan yorgunluklar
sessizliğe ait
dolanıp duran zihinlerin bir köşesinde
sigara dumanları gökyüzünün bir köşesinde
nasıl kurumuş çiçekler sayfa aralarındaysa en güzel
krallar
eski çağlar prenseslerine ait
hayata dair ne varsa üstüne konuşulmayan
nice şiirlerin sadece bir saç teline atfedilmesi kadar uzun bir hikaye

bir günü daha tamamlıyoruz kahverengi olmayan
kahverengi sandığımız
sona erdiğini fark edemediğimiz bir gün daha eksiliyor
tüketmeye çabaladığımız
tükenmesine alışamadığımız

duvar diplerinde kediler bekleşiyor
sonbaharın sonuna geldiğimize üzülsek mi sevinsek mi bilemiyoruz
güneşi kovalamaktan bıkmayacağız karanlıkları sevmesek de
bir köşede oturup ağlayacağız belki
gürültüyü sevmesek de sessizliğe küfrederek
hiç ummadığımız bir anda beşiktaş çıkıp gelecek bir yerlerden
satır aralarından belki biçimsiz bir defterin
ya da kim bilir gelmesini hiç istemediğimiz bir otobüsü beklerken
gideceğimizi bile bile uzaklaşmayı pek severiz ne garip
şarkıları biteceğini bile bile dinlemek de garip
pek bir gaddarız pek bir cahil
sonunu bilmeden bekleriz karanlıkların gitmesini güneşe küfretsek de
yaman bir çelişkinin ta kendisiyiz grileri sevmezken

kahverengi bir gün olur belki yarınımız
çayımızı ısıtırız bir güzel açık ya da demli, rengine aldanmadan
bir adam yeniden doğar rüzgara savurduğu küllerinden
kulağına çalınan melodileri tutup
takvim yapraklarına asarak

26 Aralık 2015 Cumartesi

önemli olan
yokluğuna alışamamak değildi
varlığına alışamamaktı aslolan

her gün
her an yeniden şaşırmak
yeniden heyecanlanmaktı

önemli olan inanmak değil
inanamamaktı

böylesi bir eşsizliğe
böylesi bir güzelliğe
inanamamaktı

23 Aralık 2015 Çarşamba

pek zor günler... yaşıyor olmaksızın yaşlanmanın ne demek olduğunu anlıyorum. bilir misiniz siz? hiç düşündünüz mü bu nasıl mümkün olabilir diye? şöyle anlatayı...

bir kaplumbağa düşünün. ne geliyor aklınıza? kabuğu tabi ki sırtında taşıdığı, doğumundan beri hiç yanından ayırmadığı, ayrılamadığı, bir tehlike anında yahut zor bir durumda içine sığınabileceği olmazsa olmaz parçası. tilkinin kürkçü dükkanı gibi, ne kadar dolaşırsa dolaşsın, ne yaşarsa yaşasın, eninde sonunda geri döndüğü yer. onun tek adresi. nasıl güneş sıcaksa, nasıl denizler maviyse ancak onunla anlatabilirsin bir kaplumbağayı. onu elinden aldıktan sonra ne kalır geriye? yerine ne koyarsan koy, istersen en güvenilir, tüm tehlikelerden arınmış bir yerde yaşasın olur mu artık eskisi gibi? nasıl güvende hisseder bundan sonra? bundan sonra nasıl devam ettirebilir hayatını hiçbir şey olmamış gibi? "tamam ya... ölmedik ya, bak ne güzel yaşıyoruz işte iyi kötü..." demesini mi bekleriz? ya da "zaten arada sırada bana zorluklar çıkartıyordu, şimdi onun yerine bir şeyler bulur buluştururuz aynı eskisi gibi olur." mu dese beğenilir? kaplumbağanın kabuğundan, yuvasından yakındığı görülmüş müdür ki şimdiye kadar böylesi bir düşünceye girişsin? akıl alır şey değil. nasıl insanın kolu koptuğu zaman "aman canım ne olacak? yaşamaya devam etmiyor muyum sanki? zaten bir kolum daha var. bunun acısı da geçecek elbette. yakında akan kanım durur, yaram kapanır, kabuk bağlar, düzelirim zaten." demesi anlamsızsa tam da öyledir yuvası kaplumbağa için. böyle avunmak ne kadar akıl kârıdır? bir parçan kopmuş yerde öylece dururken, ona bakıp onun gittiğine üzülmemek ne kadar mantıklıdır? böyle durumlarda şüphesiz yapacağı ilk şey kolunu eski haline getirip getiremeyeceğidir. getiremeyeceğini fark edince, canından can koptuğunu anlayınca ne de büyük hisseder bunun acısını. belki yarası kapanacaktır ama ümidini kaybeder mi dersiniz? bir gün olsun "olacak, bir gün her şey eskisi gibi yerli yerinde olacak." diye ümit etmeden duracak mıdır? bir gün olsun aklından çıkacak mıdır bu ihtimal? insanoğlunun doğasında vardır mücadele etmek, ümit etmek. "çıkmadık candan ümit kesilmez." derler ya, tam da öyle. kabuğunu kaybetmiş bir kaplumbağa için yaşamanın ne anlamı vardır temel ihtiyaçlarını karşılayan, nefes almaya devam eden bir canlı olmak dışında? bizi farklı kılan da bu durumda kaldığımız zaman içimizi kıpır kıpır eden ümitlerimiz değil midir?

işte tam da kabuğunu yitirmiş bir kaplumbağa gibiyim şu sıralar. kendini kaybetmiş, aslında hayatı olmayan ama yaşayan bir kaplumbağa. ne yaparsa yapsın, kendi kabuğunu tekrar bulamadığı müddetçe artık bir kaplumbağa olamayacaktır o. yerine elmaslarla, yakutlarla bezeli bir şey koysan da asla tekrar benliğine ulaşamayacak ve ne olursa olsun, bir an bile olmayacak ki eski haline kavuşmak; evini, yuvasını bulmaktan vazgeçsin.

ben mi?
üşüyorum artık ben.
yuvamı arıyorum.

20 Aralık 2015 Pazar

ah benim nazlı sevdiğim
şu durmaksızın çağlayan yalnızlığa da ne demeli
bin kez söylesek bir kez işitmez kimsecikler
şimdilerde kimi kimsesi olmayan umutlar peşindeyim

artık ne yazsak defterlere
kalemimiz bittiğiyle
gönlümüz yorulduğuyla

koşsak varamıyoruz eski şarkılardaki gibi
varsak olamıyoruz bir ölümlü gibi kedersiz

ne sen anlayabiliyorsun
ne ben konuşabiliyorum rüzgarlara
çıkışı olmayan bir tüneldeyiz tüm
varlığın yankılanıyor çevremde
zihnimi kavuruyor tüm güzellikler
yağmurlar yıkıyor güneşleri çoğu zaman
çoğu zaman üşümek gibi bir şey
bir adıkonulmazlıktır gidiyor her yerde
kulağımda enstrümansız şehrin melodileriyle
yine uçuşan bir boşluk zihnimde
pembelerin toz toz genzime kaçtığı bir bulantı dolduruyor meydanı
kuşların sesi bak fatihaları okunuyor
toprak attıkça üstüne
bir somurtkanlık alır her yanı

şimdi her neredeysen bilmem burası pek dokunaklı
gökyüzüne uzayan otobüsler bile
çözemiyor yolları ve ağlamak gibi bir his
ne de zormuş yahu siyah beyaz yaşamak
bir âmâ güldükçe perdeli gözleriyle
artık dokunsan ağlarım sanırım
ve yediğim tırnaklarımı ceplerime saklarım

bilirim bilirsin tehlikesini güzelliğinin
uzun bir kış olacak sanki
otobüsler gelmeyecek bazen duraklara
faydasız yakılan sigaralar ısıtmayacak bu karanlığı
ne takvim yaprakları ne de bir saatin yelkovanı
gelmeyecek gibi gittiği yerden
biçimsizce duran birkaç kafiyem var artık elimde
bak bana bir kez daha
gözyaşlarım donmasın ceplerimde

15 Aralık 2015 Salı

şimdi ben bir pelerinsiz kahraman
hayalleri sarkan yakasından ikisi iki ayrı diyarda
yüzümü nereye çevirsem uzakdoğu nidaları
anlamını kestiremediğim bir bulantı ve gürültüler eşliğinde
nasıl söylesem nasıl desem
sanki berlin duvarı
bizans surları
kimi zaman yırtıcılarla dolu
kimi boyanmış kömürlerle
can havliyle çırpınır ellerimde kanlı şiirler
veya birkaç mısra okunurken ağlamaklı
fırtınalar kopuyor şehrimde bir yerler ahurevan
sarılarla buluşuyor manzaram gelgitlerle birlikte

nasıl söylesem nasıl desem
ben bir pelerinsiz kahraman iki yakası iki ayrı diyarda
sen soğuk bir güneş ısınamadığım şehrin ayazında

14 Aralık 2015 Pazartesi

vah şu dilhun-i şir ki sekerek kaçar ceylan ardından.

5 Aralık 2015 Cumartesi

ne yapıyordur, nasıldır, kiminledir
bugünleri aşması öyle zor ki
keşke sessizliğim duyulsa
keşke şuracığında olsam
ya da
biri haber getirse ondan
"n'olur ona yardım et."

3 Aralık 2015 Perşembe

tirad

kartpostal tonu bahar getiren suratı
uzaklar birikmiş göz çukurlarında pek bereketli topraklar
otobüs çığlıklarının basiretsiz rüzgarlarda yankılanması
bire bin katsa da yollar bir yabancı gelir her şehir
camlardan seken nefes bir çivi gibi çakılır az öteye

şimdi bir anlam ifade edebilir az sonra söyleyeneceğim uzun uzadıya laflar

bak yelkovan kuşlarının kanatlarına istanbullar dolduran narin
bak sonsuz renksiz denizlere tat veren narin
bak
bak beni uçsuz bucaksız kılan
mine rengi yel değirmenleri uçuşan gözlerinden
camgöbeği yıldızlar döken narin
bak içlerimden yılkı atlarını kuşkonmaz yeşillerine süren narin

bak
artık yaşamayı kabul edebilirim

17 Kasım 2015 Salı

sevgiye dair başarısız bir deneme

yeni doğduğumuz zamanlardı belki de
ölüme en uzak
yaşama en yakın
bir beden
bir ruh
bir yağmur karanlıklar ardından gelen
açan bir çiçek kuru bir yaz akşamı
ekinlerin içini bir hoş eden esinti
doymaksızın meyvelenen ağaçlar
içine kocaman hayatlar sığdıran tohumlar
yüreğimizdeki heyecana kapılan çeşmenin sesi
ve ne yana koşuşturduğunu bilmeyen çocuklar
(tam burada güzel bir anadolu tablosu çizmeye çalıştığımı anlamalısın)

evet,
öyle bereketli sevdim seni.

18 Ekim 2015 Pazar

gün hala dündü, şimdi canlanıyor ekim
beklenen hiç değişmedi, avucumdaysa ufak bir elma
yazlara özenen bir karınca telaşı
ya da bir sabah fenalığı yastığa sinen
olur ya penceremden salınır da
kovar yanağımdan bir rüzgar
gözüme kaçan uyku kelebeklerini

sonra ne mi olur?
bir güzel girer içeri...

13 Ağustos 2015 Perşembe

gri rüyalar üreten bu insan kalabalığı her yerde
densiz lakırdıların kirli sofrası kurulu bir istanbul sokağına
deniz kırmızısı ağaç mavisi eteğini sürümekte gökyüzünü ellerine dolduran kadın
dur durak nedir bilmez gözlerinden uçurtmalar dökülmekte

istemezdim hiç elleri boyansın rüzgarlarla
bir hikaye kitabında yürüsek onca tükenmez yolları

3 Temmuz 2015 Cuma

şen şakrak konuşmalarıyla mavi kuşların
başladı
tüm bu kaçınılmaz aydınlık ve sıradan insanların grileşmesi
rüzgar kaldırdı peçesini gözlerinden gecenin
usulca sıyırdı yorgunluğunu
tuttu
öptü varoluşundan
sonsuzun ardını düşünüyor parmaklarının ucunda
denizler salya akıtıyor
bir düş olsa da peşinden koştursam emeklemeyi bilmeksizin daha
ay kamaştı semada bir fenalıktır gidiyor dediler
yalan
billahi yalan diye bağırıyor duymuyor musunuz
daha ne kadar solumalıyız aynı nefesleri
daha ne kadar serpiştirmeliyiz martıları bulutların üzerlerine
daha ne kadar ne varsa işte bakın
burada tam da bakışlarımı yüzdürdüğüm yerdeler

(gözlerin burada)
doğusunda kaybolan hazineler efsunlar diyarında
batısı bir rönesans tablosu yükselmekte bir ustanın fırçasında
bakın ellerimdeler

(ellerin burada)
bakın bakın bitmek nedir bilmeyen dizeler
bakın yavrusunu doyuran bir öter ardıç kuşu

(sen burada)

7 Mayıs 2015 Perşembe

çok fazla edebiyat,
kızlar ve tanrılar bunu sevmez.

3 Mayıs 2015 Pazar

kelime zehirlenmesi

içimde karşı konulamaz bi bulantı vardır saatlerdir, uykuyu uyutmaya çalışıyorum. ilkokul dönemimden beridir bu kadar erken yatmamıştım sanırım. güzel zamanlardı, insanlar birbirlerini daha az üzüyorlardı ya da bana öyle geliyordu ya da... bilmem. hep aynı hikaye vardır ya, çocukluğumuzu kaybetme muhabbeti... evet, klişe ama gerçek. klişeleri her zaman sevmişimdir. klişe sıradan olduğu ölçüde doğrudur, nesiller boyu süregelen yaşanmışlıkların bir
cümlede sunulmuş konsantresidir. her damlasında nice tecrübeler nice acılar ve pişmanlıklar barındırır aslında. işte bu yüzdendir klişelere olan sevgim. 

nereden de geldik buraya? ha bulantı diyorduk. bu sıradan bir bulantı değil. evet fiziksel açıdan karnımın içerisinde neler döndüğü konusu hiç iç açıcı değil elbette, nitekim ben de içini açmamayı tercih ediyorum. ancak söylemek gerekiyor ki bu fiziksel bulantı fiziksel olmayan bir sorunun sonucu. şöyle açıklık getirecek yahut teşhis koyacak olursak: kelime zehirlenmesi. 

soyutun gerçeğe etkisi ne de ilginçtir öyle değil mi? yediğin bir yiyecekten değil de yuttuğun kelimelerden dolayı hissedilen mide bulantısı... bazı kelimeler sürekli yersiz çıkışlar yaparlar, bazıları sadece çıkış yapmaya meğillidir, bazıları daha çıkmadığı halde ortalığı yıkıp dökmeye muktedirdir. kelimeler pek fenadırlar. o yüzdendir ki herkes söz ustası olamaz, herkes muhabbet ehli olamaz. kelimeler pek bir dikkafalı, pek bir inatçıdırlar. onların efendisi olmak her yiğidin harcı değildir, bir kere aralarına girdiysen kuvvetli ihtimal kölesi oluverirsin onların. yola kendine güvenerek çıkarsın, sözde kelimeler senin emrinin altındadırlar ama hakikat öyle midir? hiç farkına varmazsın da kaptırıverirsin kolunu. paralı askerlerine güvenen komutan gibi olursun, savaş alanına kadar senden iyisi yoktur derken bir bakmışsın ki sen askerleri değil onlar seni yönetiyor. üstüne üstelik karşı tarafla anlaşıp sana ihanet ediyorlar. machiavelli'nin dediği gibi barış zamanında sürekli senden çalar, kuyunu kazarlar; savaş zamanına gelince de sırtından vururlar. 

peki kelimelere hükmedemiyorsan nedir çözüm? evet, bir klişe daha geliyor: susmak. söz gümüşken altın olan susmak yahut atasözündeki şekliyle sükut. eğer kelimelere hakim olmak gözünde büyüyor, altından kalkamayacak gibi hissediyorsan yahut riske girmek istemiyorsan en güzel çözümdür susmak. azıcık aşım kaygusuz başım dersen, gözünü yükseklere dikmezsen en azından kayba uğramazsın, elindekileri yitirmezsin. çok ortayolcu geliyor kulağa ama büyük zararlardan korunmanın en güzel yolu budur. kelimelere hakim olmanın başlangıç adımıdır susmak. dışarı çıkmak isteyen kelimeler adresini bilmeden namludan fırlamış bir maganda mermisi gibi sağa sola yalpalaya yalpalaya, çarpa çarpa gider. en sonunda sana da çarpması muhtemel olan bu mermilerden korunmanın en güzel yoludur susmak. kelimeleri önce esir almayı bileceksin ki daha sonra kullanabilesin. otoritesiz düzen olmayacağı gibi köleler olmadan bir efendiden de söz edilemez. 

buraya kadar klişelerle geldik, sonucu da bir klişeyle bağlamadan olmaz. "her şeyin bir bedeli vardır." sustuktan sonra kayıpsız atlatacak değilsin elbette tüm sorunları. başta bahsettiğim kelime zehirlenmesi burada ortaya çıkıyor. ağzından çıkmasına engel olduğun o kelimeler yine maganda kurşunlar gibi içerinde dolaşıyor bu sefer. paramparça ediyor içini, miden ağzına geliyor. belki aklını yitirecek gibi oluyorsun beynin zonkluyor, belki ölmeyi ister gibi oluyorsun ağrılar saplanıyor ciğerlerine de izin vermiyorsun çıkmalarına. şu dakikadan sonra susmaktan ötesi çok daha zararlı, çok daha riskli. büyük kayıplar vermemek için yeri geldiğinde ricat edebilmektir susmak. nefsine ağır gelir, insanlar önünde küçük düşmekten korkarsın hele hele en kötüsü de kendine vereceğin acıyı göz önüne alamazsın. insanoğlu doğası gereği bencil olduğu için bu güçlüğün altına girmek istemez, ya birisiyle zararı paylaşıp kendine düşen payı düşürmek, ya tamamını birilerinin sırtına yüklemek ister. biraz da kendime güzelleme yapmak gerekirse, susmak cesaret sahiplerinin işidir. 

sonuç dedim ama pek sonlandırabilmiş değilim yazıyı. üstelik pek de uzun oldu ama bu konuda söylenecek pek çok şey var. konuşmada olduğu kadar olmasa da yazıda da kelimelere hakim olmak çok kolay bir iş değildir. her neyse... 

susmamın bedelini ödemeye devam edeyim ben. 

2 Mayıs 2015 Cumartesi

kolonyanın varlığını bilmek mide bulantını geçirmez.

1 Mayıs 2015 Cuma

hava soğuk, müzikler anlamsız, günler yavaştı. martıların çığlıkları hep acılı yakarışlar gibi gelirdi bana, sanki gökyüzünden tüm dünyayı izliyorlar ve insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyolardı. çünkü bizim göremediklerimizi görüyor, ulaşamadığımız yerlere ulaşıyorlar. hiçbir yer yok diyorlardı belki de, hiçbir yer yok ki mutlu olayım. “bak biz uçabiliyoruz istediğimiz her yere ama iyi bir seçenek yok bu şehirde, bu ülkede, bu dünyada mutlu olabileceğiniz. bakılabilecek her yere baktık, gidilebilecek her yere gittik ama yok başka bir ihtimal, boşuna hayal kurmayın size diyoruz ey insanlar!”

sonra ne mi oldu? martıların dilini öğrendim ben. sen öğrettin bana onlarla nasıl konuşmam gerektiğini. aslına bakarsan hala haklılar bir bakıma ama yanılıyorlar da. evet, bu dünya iyi bir yer değil ama mutlu olunamayacağını da kim söyledi? "karanlıkların arasındaki aydınlığı bulabilmek" bir metafordan öte gerçeğin ta kendisi olabiliyormuş. bir martı olmak ister miydim bilmiyorum, sanırım hayır. keşke onlar benim yerimde olabilseler, keşke benim gözümden bakabilseler de görseler benim karşımda parıldayan güzellikleri. keşke zihnimde yanan ışıkları, ta içlerimde sönmeyen ateşi, yanaklarımdaki dünyadan bağımsız gülümsemeyi hakkıyla aktarabilsem kağıtlara. keşke aktarabilsem bunları bir hikayeyle yahut bir şiirle martılara, insanlara yahut evrene. biraz abartı gibi duruyor farkındayım evren kelimesi. ama milyonlarca yıl önceki patlamadan sonra sıradanlaşmış, monotonlaşmış bir evren özlemiş olsa gerek böylesi büyük bir heyecanı. ne fark eder? ben bu evrende yaşadıkça, sokaklarda yürüdükçe, var eden izin verdikçe nefes almama bu heyecan hiç bitmeyecek. arkamı dönmeyeceğim hiç gözlerine, ne büyük acı olurdu bunun hissi…

tüm şehri karanlığa boyayan simsiyah yağmurlardan sonra açan güneşim…
ne de acizim sana olan sevgimi, şefkatimi, korkumu anlatmakta affet beni.
affet beni güçsüz kalıyorum, eziliyorum sana olan hislerimin altında.
affet, anlatamıyorum yeterince gülüşlerinde açan çiçekleri.
ne kadar da acizim hiçkimsecikler -sen dahi- yokken ancak yazabiliyorum bunları, dilimde gücüm olsaydı da zihnimi toparlayıp serebilseydim bu cümleleri önüne.
gücüm olsaydı da her daim bunları anlatabilseydim sana soluk dahi almadan, bir saniye dahi duraksamadan. ki artık ancak seninle anlam buluyor nefes aldığım her saniye.

sabahların hep mutlu olsun prensesim

15 Nisan 2015 Çarşamba

hazin

"âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem 
yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su"
fuzuli

gündüz gözü küsuf vakti
tam bir hüzün şehirde
tam bir uykusuzluk hali
sonu gözükmüyor saatlerde ruhumuzun
maviler kararıyor
cani kelimeler
dolambaçlı rüzgarlar
noktalar dursaydı boğazına şu arsız herifin
karanlığa bulandı artık güzelin gölgesi
bulutlu elleri
bin gülseydi ya
bir tane isteyen güneşsiz
yaşamak yarım
ölüm yahut kalım
yalın yarın tekrar doğacak
bir anı karalandı şimdi deftere
belki bir yaprağa
belki bir serinliğe bir tarih düşülür olur da gök yarılır
alev saçar
bir acı belirir
silinir adamın bir yarım yanı daha
ancak öyle bin acı giderilir ya
neye yarar
ba'de harâb-il basra



4 Nisan 2015 Cumartesi

yarım

yeryüzünün tüm kelebeklerini
 ve söylenmemiş tüm şarkı sözlerini
  bir rüzgar essin de kurtaralım saç tellerini
   ve farzı muhal denizlerin tüm gülüşlerini
    bir kurdeleye dolayıp sarkıtmak istiyorum
                                           dünyadan aşağı

       kolları boş vapurların
        gözü yaşlı balıkların
         ve gülüşlerini tüm meczupların

           alsam
            cebime koysam
             yeniçağlar prensesinin
 
              ve tüm masalların
             ve tüm tamamlanmamış
            hikayelerin bulutlarını
           gözlerine dolayıp
          sarkıtmak istiyorum
         dünyadan aşağı

         ve sen
          antik yunan
           tanrıçası
            gölgenle
             gözler

              ...

14 Mart 2015 Cumartesi

vah haline!
güneş balçıkla sıvanmış.

12 Mart 2015 Perşembe

varalım bir ağaç kenarına çokkenar uçurtma gecemizi tüketmeden
her bir köşesi ayrı
her bir gülüş farklı bir yerde
her yerde bir ahenk aksi bir melodi
“seher yeli nazlı yâre bildir beni bildir beni.”
bildir beni
buldur beni aranıp bulunamadığım yerlerden, gün ışıklarından, kalın gecelerden
terkisine ulaşamadığım tepelerden sızan gecelerden
boşlukları dolduramayan gecelerden
kan sızıyor
gün damlıyor dişlerinden
çığlıklar kayboluyor yitik gözlerinde ve de açgözlü, üstelik sağır
işte son soluğumu da aldım sağ yanıma koydum
ya geceyi kaldır
ya beni buralardan aldır
öyle ki gökyüzü ikimize de yetmeyecek

8 Ocak 2015 Perşembe

SİZ

dolambaçlar, köşeler, yollar, üstünkörü çukurlar
bir evet, bir sahi, bir kere, bir bir
doludizgin, gelgitli, tam tamına
zamanlı ve zamansız
her şeyi şimdi şimdi idrak etmekteyim
bak mesela şimdi
dünya duruyor elimde
küçük bir gömlek cebim var
okyanusları üzerime damlıyor
dağları elimde ufalayıp cebime dolduruyorum şimdi
sormayın evet
ya da
siz bilirsiniz
ben bilirsiniz siz
biz bilirsiniz siz
siz bilirsiniz siz
siz bir yüce, siz bir defa, siz bir bir
ta küçüklüğüm söylerdi bunu ellerimle
evet babam iyi bir adamdı
yok yahu ağzımı yeller süpürsün
evet hala iyi bir adam
yahu nereden de bildik
neresinden tuttuk ki bu resmi işte şimdi içindeyiz
fırçamız bizim fırçamız
resmim iyidir bakma şimdi
resim kolu başkanıydım ilkokulda
kollarımız taşmazdı gömleklerimizden
asıl uzaklıkları yakın ve şimdi kılmalıyız fırçamızla
hızla ve birkaç kere dahi tökezlemeden
şimdilerde bir kadın sevmeliyim aslında
madem entarisi dökülmekte dizlerine bir kadının
hiç olamayacağım iyi bir adam belki, ya belki sonra
pencere açılmış yarısında
bir film de olabilir bir tiyatro da ellerimde
okyanusları leke bırakıyor gömlek cebimde bir dünyanın
babam
belki de hiç ölmemeli
evet
şimdi bunu düşünmeliyim